24 Haziran 2012 Pazar

Bir gülümseyişe doğru yazmak...

Babam aklıma düştüğünde, önce okumaya sonra yazmaya sığınıyorum. Çoğunlukla önceden okumuş olduğum kitapları alıyorum elime; yazdıklarımı ise yırtıp atıyorum. Sadece o andaki yalnızlığı seviyorum aslında.

Yazmak büyük bir yalnızlık. Yazar bir midye gibi, bir kapandı mı dışarıdan müdahaleler yetersiz kalıyor. Hiçbir din, dogma, ideoloji, angaje etme çabası onu açamıyor. Zaten kendi ruhunun karanlığı ve aydınlığıyla da o zaman yüzleşebiliyor yazar, insan oluyor. Bana bu güzel yalnızlığı kimin hediye ettiğini düşünmüşümdür çoğu zaman. Kendimi ne zaman yazar hissettim?

İlkokul ikinci sınıfta Doğan Kardeş dergisine bir şiir yollamıştım. “Okurlardan Gelenler” köşesinde basıldı. Babam da bindirdi beni trene, Ankara’dan İstanbul’a getirdi. Haydarpaşa’dan bindik vapura, oradan ver elini Cağaloğlu. Doğan Kardeş binasında bizi çok kibar, babacan bir bey karşıladı, adını bilmiyorum. Önce binayı gezdirdi. Sonra yazı işleri odasındakilere beni “Ankara’dan yazar arkadaşımız gelmiş,” diye tanıttı. Bana birinin yazar dediği ilk andır o.

Dönüşte babamla vapurun dışındaydık. Az konuşan baba-oğullar kuşağının temsilcisi olduğumuzu kanıtlamak istercesine sustuk. Babam denize bakıp sigarasını içti, çok da güzel sigara içerdi. Ne düşündüğünü anlamaya çalıştım, anlayamadım. Bir ara döndü, ağız dolusu gülümseyip başımı okşadı. İşte kendimi yazar hissettiğim an da o andır.

Yıllar içinde anladım ki, biraz da o gülümseme için yazıyor insan.

Yazar denmesi, yazar hissetmek, yazar olmak. Okur-yazar tahterevallisinde dengeyi bozacak tanımlamalar. O tanımların peşinde koşmadan yazmak, daha da önemlisi okumak. Arada bir de, galiba en çok böyle gecelerde, o gülümsemeyi düşünmek.

Bana yeter. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder