24 Haziran 2012 Pazar

Ateş Seni Çağırıyor!

Ateş Seni Çağırıyor!

Gece, İstanbul’un Anadolu yakasından Avrupa yakasına baktığınızda yüzlerce binanın, gökdelenlerin, eğlence merkezlerinin ışıklarını görürsünüz. Rengârenk neon ışıkları, laserler, boğazı, gökyüzünü ve hatta Anadolu kıyısını bile aydınlatır. Bir mü’min kardeşimin aynı görüntü üzerine tefekkürünü hatırlıyorum. O ışıl ışıl görüntünün, insanları nasıl etkilediğini, bütün çekiciliğiyle dâvet ettiğini, o görüntüyü sabaha kadar izlemek mümkünken, sadece namaz kılmak amacına hizmet eden yerler olarak görüldüğü içindir ki camilerin kapılarının kilitlendiğini, karanlığa terk edildiğini söylemişti. Camiler Allah’ın eviydi oysa. Belki bir ihtiyaç sahibi içeriye girecek, başını sokacak bir yer bulmanın sevincini tadacak, belki de bu vesileyle o kişi iman edecekti.

Karşı tarafın gözleri kamaştıran görüntüsünü izliyorum. Birçok gencin orada olma hevesiyle imrenerek baktığı o ışıklar, Bediüzzaman’ın sözlerini hatırıma getiriyor; “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum.”

Şimdi karşı taraf yangın yeri gibi görünüyor gözüme. Özellikle gençleri Allah’tan uzaklaştıran, dünyaya yönlendiren, dünyanın süslerine âdeta madde bağımlısı gibi bağlayan her ne varsa içine alan, gençleri yutan alev alev bir yangın yeri.

Bediüzzaman’ın Eskişehir Hapishanesi penceresinden izlediği liseli kızların elli yıl sonraki durumlarını görerek hüzünlenmesini düşünüyorum. Kaç anne baba çocuğunun bırakın elliyi, bir on yıl sonrası için endişe ediyor? Çoğu insan yaşadığı gibi inanıyor, boşveriyor, önemsemiyor, “Nasılsa ileride her şey yoluna girer” diyor. Rahmânî bir merhamet göstererek çocuklarının ahiretini değil, şeytanî bir merhametle dünya hayatını düşünüyor. Ahireti yerine çocuğunun dünyasını güzelleştirerek ideal anne baba olduğunu zannediyor.

Müslüman bir bayandan duyduğum sözler beni çok hayrete düşürmüştü bir zamanlar. Yurt dışında yaşayan oğluna dair güzel bir haber aldığını anlatmıştı bayan. Kendisi, evlenecek bir genç kız bulmuş olduğu haberini beklerken, oğlunun namaza başladığı haberiyle sevincinin yarım kaldığını söylemişti.

Çocuklarına hayatın amacının yalnızca yemek, içmek, eğlenmek, iş sahibi olmak, evlenmek ve aile kurmak olduğunu telkin eden anne babaların, “Ne olacak bu gençlerin hâli?” sorusunu sormaya hakkı var mı sizce? Böyle anne babaların çocuklarının, küreselleşen dünyanın top gibi nereye vursan oraya yuvarlanan gençleri olmaları şaşılacak bir durum olmasa gerek.

“Bizim zamanımızda böyle miydi?” diye serzenişte bulunan insanlara soruyorum. Sizin zamanınız bitmedi ki. Yaşıyorsunuz ve hâlâ zamanınız devam ediyor. Sorumluluklarınız gençlik dönemiyle birlikte sona mı erdi? Neden gençlerin sizin zamanınızdakinden daha dejenere olmasına izin verdiniz, veriyorsunuz?

Gençlik hızla akan nehir gibi. Yaşlılıkta sular duruluyor, yeniden hızlanmasına ise imkân yok. Bahar gibi gençlik; ardından kış geliyor ama bahara yeniden kavuşmaya imkân yok. Baharın tazeliğinin, verdiği enerjinin, coşkunun sahte ilâhlar peşinde, tüketim çılgınlığı içinde boşa heba edilmesi ne büyük israf. İnanç mutluluğun anahtarı iken gençlerin o anahtarı asla bulamayacakları yerlerde araması ne büyük yanılgı.

Düşünüyorum, karşı yakanın görüntüsüyle ne kadar da örtüşüyor şu reklâm sloganı: “Ateş seni çağırıyor!” O ateş gençleri her dönem çağırıyor. Gençliği ateşe değil, iyiye çağırmalı. Böylece bütün insanlığı iyiye çağırmış olursunuz. O zaman o ateş soğuk ve esenlik olacak, Hz. İbrahim’i (as) nasıl yakamadı ise, iyiliğe yönelen gençleri de yakamayacaktır.

“Gençliğin rûhunu, işlemeyen bir tarla gibi kendi hâline bırakırsanız, orada ısırganlar, dikenler yetişir biter.” (Snellman) 

Yeni Asya

Dali'nin tablosu Çalındı


 Dali'nin tablosu Çalındı
Ünlü İspanyol sürrealist ressam Salvador Dali'nin New York'taki bir sanat galerisinde sergilenen tablosu çalındı.

        Venus Over Manhattan Sanat Galerisi yetkilileri, "Cartel des Don Juan Tenorio" adlı tablonun müşteri gibi davranan bir kişi    tarafından
       çaldığını açıkladı.

       Güvenlik kameraları tarafından kaydedilen görüntülerde hırsız, güvenlik görevlisinden fotoğraf çekmek için izin istiyor, güvenlik          görevlisi uzaklaşır uzaklaşmaz tabloyu duvardan indirip yanında getirdiği büyük siyah bir torbaya koyuyor.

       Dali’nin 1949 yılında tamamladığı tabloya yaklaşık 150 bin dolar değer biçiliyor.

       Koleksiyoncu Adam Lindemann’a ait Venus Over Manhattan Sanat Galerisi, Mayıs ayında açılmıştı. Galeride 19. yüzyıla ait eserler   sergileniyordu.

      Kaynak:sabah.com.tr

Çanakkale'den İlk Kareler


Çanakkale'den İlk Kareler
Senaristliğini 'Çılgın Türkler' kitabının yazarı Turgut Özakman'ın yaptığı 'Çanakkale 1915- Diriliş' isimli filmden ilk kareler ortaya çıktı. Çekimler zorlu koşullara rağmen sürüyor.
Bu yıl gösterime girecek olan üç Çanakkale Zaferi filminden biri olan ’Çanakkale 1915-Diriliş’ isimli filmden ilk fotoğraflar gün yüzüne çıktı. ’Çılgın Türkler’, ’Diriliş’ ve ’Cumhuriyet’ adlı kitapların yazarı Turgut Özakman’ın kaleminden, Türk milletinin diriliş hikayesinin anlatıldığı filmin çekimleri son hızıyla devam ediyor. Ancak 18 Ekim’de vizyona girmesi beklenen filmin çekimleri; sert rüzgarlar ve kum fırtınası nedeniyle set ekibini zorluyor. İşte filmle ilgili ilginç bazı detaylar:

SUBAYA DANIŞILDI 
Yönetmenliğini Yeşim Sezgin’in yaptığı filmin savaş sahneleri için 500 kişilik yardımcı oyuncu kadrosu, askeri eğitim aldı. Film için yüksek rütbeli üç subaydan da danışmanlık alındı.
Çekimleri Çanakkale’de yapılan film için döneme ait silah, tüfek ve topların yanı sıra bazı özel topların mekanizması da, gerçeği ile aynı boyutta inşa edildi.

FİLME ÖZEL EFEKT 
Çekimler, şu an hem su altı kameralarıyla denizden, hem de helikopter aracılığıyla havadan yapılıyor.
Çekimlerine 19 Mayıs’ta başlanan film için 2 binin üzerinde askeri kostüm dikildiği belirtiliyor.
Filmde gerçekçi patlamalar yaşanması için, görsel efekt ekibi özel ekipmanlar imal ediyor.
Patlama sahnelerinin malzemeleri yurt dışından getirilirken film ekibi titizlikle çalışmalarına devam ediyor.

ÖLMEDEN ÖNCE SÖYLENEN BİRKAÇ SÖZ






Ölüme gülerek bakmak



Türkiye’de özellikle 1996 tarihli Ridicule filmiyle tanınan Patrice Leconte’un, 2012 ilkbaharında vizyona çıkacak yeni filmi İntihar Dükkânı (Le Magasin de Suicides) bir animasyon. Film yapım aşamasındaki kimi sorunlar yüzünden bir erteleme yaşadı ama fragman görüntüleri, dinamik, dünyası özel, dili farklı ve eğlenceli bir animasyon izleyeceğimizi fısıldıyor bize. Beklentiyi animasyon severler için özellikle heyecanlı kılan ise İntihar Dükkânı’nın aynı adlı romandan yola çıkan konusu. 1953 doğumlu Fransız yazar, senarist ve karikatürist Jean Teulé’nin bu romanı, İsmail Yerguz çevirisiyle Sel Yayıncılıktarafından yayımlandı.

Distopik bir hikaye anlatıyor Jean Teulé. Evrenin Madam Indira Tu-Ka-Ta adında bir diktatör tarafından yönetildiği, dünyaya açılan tek pencerenin Üç Boyutlu Algılar televizyonu olduğu, tümüyle yok olan ozon tabakasını yeniden oluşturabilmek için Sibirya’ya altı yüz metre yüksekliğinde sekiz yüz bin bacalı komplekslerin yapıldığı, sülfürik asit yağmurlarının dinmediği, para biriminin avro-yen olduğu (Avrupa-Çin birleşmesinde ABD’nin ve doların devre dışı bırakılışı ayrı bir konu), insanların Unutulmuş Dinler sitesi benzeri sitelerde yaşadığı ve istedikleri intihar tarzını seçmek için kapısında “Hayatta başarılı olamadınız mı? Bize gelin, ölümünüzü başaracaksınız!” yazan küçük bir dükkândan medet umdukları, alışveriş torbalarına ipler, zehirler, tabancalar koyarak evlerine döndükleri bir dünya. Yazar hikayesini tümüyle o dükkâna, Tuvache ailesi tarafından işletilen İntihar Dükkânı’na odaklıyor. Hikaye bir kırılma noktasıyla, baba Mishima, anne Lucrece ve çocuklar Vincent ile Marilyn’den oluşan aileye, yeni bir üyenin Alan’ın katılmasıyla başlıyor. Ailenin isimlerindeki Yukio Mishima, Lucrece Borgia, Vincent Van Gogh ve Marilyn Monroe göndermelerinin üstüne, yeni üyeyle bir de Alan Turing göndermesi ekleniyor böylece. Ama Alan’ın aralarına katılması, hayatlarına son vermek isteyen insanlara her tür olanağı sunan Tuvache ailesi için bir felaket oluyor. Çünkü Alan, ailesinin diğer üyelerinin aksine güler yüzlü, günün her anından keyif alan, dükkâna gelen bütün müşterilere yaşamanın güzelliklerini anlatan bir çocuk. “Dünya ne kadar çivisinden çıkmış olursa olsun, yaşamaya değer,” diyen bir çeşit Polyanna. Yıllar geçip ağzı daha fazla laf yapmaya başladıkça, Tuvache’ler için ciddi bir tehlike olmaya başlar yaşama sevdalısı çocuk. Dükkânda işlerin “kesatlaşmasına” neden olunca, kin ve nefret dolu insanların arasına, Monako’daki “İntihar Komandoları Eğitim Merkezi”ne yollanıyor. Ama sonuçta tahmin edileceği gibi oranın ölüme odaklı dirliğini ve düzenini de bozuyor ve apar topar geri yollanıyor. Hem de daha büyük cümleler etmeye başlamış olarak: “Hayat neyse odur. Değeri neyse odur. Hayat da beceriksizliler ve sakarlıklarıyla yapabileceğini yapar. Hayattan da çok fazla şey istememek, beklememek gerekir. Dolayısıyla hayatı yok etmek gibi bir şeyi de istememek gerekir. Her şeyi iyi tarafından almak gerekir.”

Jean Teulé’nin küçük romanı tam da bu noktalarda zayıflamaya başlıyor işte. Kurduğu distopik yapının bütün elementlerine boş verip, “ne olursa olsun hayatı ve kendinizi seviniz” düsturuyla ilerleyen, giderek “sevgi her sorunu çözecek bir anahtardır” demeye başlayan bir kişisel gelişim kitabı havasına büründüğünde, içtenliğini yitiriyor. Dünyanın içinde bulunduğu durumun suçunu siyasi iktidarlara yükleyen “Yetersiz ve suçlu olduğunu kabul eden yönetim bu akşam televizyonda canlı yayında intihar etmeye karar verdi,” gibi bir çözüm de, açıkçası çocukça kalıyor. Böylece yazarın, çok kalın hatlarla çizdiği ve bir karikatüre dönüşen intiharın karşısına koyduğu yaşam sevgisi de, kendiliğinden karikatüre dönüşüyor.

Ama romanı başka bir okuma dinamiği içinde ele alabilirsek, zayıflık olarak değerlendirilebilecek bu durum, ortadan kalkıyor. O okuma dinamiğinin adına da; bir çizgi roman ya da animasyon filmi senaryosunu okuma deneyimi diyebiliriz. Dört-beş sayfalık 34 kısa bölümden oluşan roman, daha başından itibaren filmleştirilmesi amacıyla yazılmış sanki. Her bir bölüm, kendi içinde bir olay örgüsü taşıyor ve bir filmin bütünlüklü sahneleri için kaleme alınmış hissi veriyor. Aslında bunda şaşılacak bir yön yok. Çünkü Jean Teulé dergilerde çizdiği karikatürlerle popüler olmuş, uzun yıllar televizyon için çalışmış, ilk romanı sinemaya uyarlanmış bir isim. Ayrıca efsanevi Fransız aktris Miou-Miou’nun hayat arkadaşı. Dolayısıyla bu romanı da, en başından sinemaya uyarlanması amacıyla, hatta yakın dostu yönetmen Patrice Leconte’un önerisi-yönlendirmesi ile yazdığını düşünebiliriz.

Yine de Alan Turing’e saygı duruşu niteliğindeki bölümler ve adaşının aksine bedeniyle, güzelliğiyle sorunlar yaşayan Marilyn’in, mezarlık bekçisi Ernest’le (bir başka intihar eden yazara, Hemingway’e selam olsun) yaşadığı aşk okuma sürecini ilginç kılıyor. Ayrıca çizgi roman veya animasyon senaryosu yazmak isteyenler için, film hikayesini kurma konusunda bolca ipucu veren bir kılavuz olacağını, bu gözle bakıldığında ilginç bir okuma deneyimi vaat ettiğini de söylemeliyim.

Kitabını okuduk; sırada film var. Onun için kısa bir süre daha beklememiz gerekecek. 

Kedileri sever misiniz ?

"Hayvanları, özellikle de kedileri sevmeyen bir insan tümüyle sevgisizdir, insanları da sevemez." Kedi tutukunlarının sıklıkla tekrar ettiği bir sözdür bu. Hatta geçenlerde tanık olduğum bir kedi sevmek-kedi sevmemek tartışmasının da merkezindeydi. Onlar tartışırken ben gurultular çıkararak çayımı içiyordum.

Ben kedileri çok severim. Bu nedenle sevmeyenleri daha iyi anlamaya çalışıyorum. Geçenlerde Giovanni Scognamillo ile konuşurken "Sizi ne korkutur?" diye sordum. "Sadece kediler," dedi. Basit bir çekingenlikten değil, düpedüz korkudan söz ediyor üstad. Şöyle basit bir internet araştırması yapınca karşıma çıkan bilgiyi paylaşayım bu noktada. Kedilerden korkmaya "Ailurofobi" deniyor. Bu maddenin karşısındaki not şöyle: "Fobinin ortaya çıkış şekli, kişiden kişiye değişebiliyor. Bazı insanlarda özellikle çocukluk çağında yaşanan travmalar, yetiştirilme, genetik kodları aktif hale getirip büyütüyor. Freudyen yaklaşımda, özellikle ebeveynlerden biri veya ikisi ürkütücü ise çocuk ondan çok çektiyse, bu öfke ve korku bastırılıyor ve sembolik bir hayvana dönüştürülüyor. Bazı insanlar bunu özellikle kedilerde sembolleştirir. Bu tür vakalar iyi incelendiğinde kedi korkusu olarak dışa vuran korkunun aslında özellikle baba ile sorun yaşayanlarda ortaya çıktığı görülür."

Elbette böyle bir korkuyu hemen Freud'a dayandırmak ya da başka nedenler aramak gerekmiyor. Ben kedileri nasıl seviyorsam, birilerinin de sevmeme hatta korkma hakkı ve özgürlüğü vardır. Burada ince çizgi, kedi sevmeyenlerin de, sevenlerin hak ve özgürlüğü konusunda aynı cümleyi söylemelerinden geçiyor. Kendilerini canlılar piramitinin en üstüne yerleştirip tabana doğru sevgisizliklerini artıranlarla bu konuyu konuşmak neredeyse olanaksız.

Tarçın'ın beklenmedik ve hüzünlü vedasından sonra Cambaz girdi hayatımıza. Çok oyuncu, hareketli ve kelimenin tam anlamıyla cambazlık yapmayı seven bir kedi. Kediye has başına buyrukluğa, çocukluğun getirdiği hoyratlığı da ekleyince elde tutulamaz bir karışım çıkıyor ortaya. Her an bir oyun yaratabiliyor kendine. Bunu söylediğimiz dostlarımızın bazıları, bu aralar bize ev ziyareti yapmaya pek hevesli olmuyor. Gayet iyi anlıyorum bu tedirginliği.

"Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri" adlı öykümün eskiz defterindeki ilk yazımlarında, anlatıcının bir kedi olmasını düşünmüştüm. Hatta adı da farklı olacaktı öykünün; "Ben Marsel Bey". Aşkı Marsel isimli bir kedinin gözünden yazmak istemiştim. Geçen yıllarda, defalarca yeniden yazıldı öykü ve sonuçta başka bir rotaya girdi. "Kara Kedinin Gölgesi" ise benim için adıyla, içeriğiyle başka anlamlar taşıyan bir kitaptır. Kitaptaki "Öylesine Sessiz" öyküsü de, yine bir kedinin ruhundan düşmüştür satırlara. Öykülerimin kedilerle olan ilişkisinde en kalıcı isimlerden biri de Goncagül. "Bir de Baktım Yoksun"daki "Sarmaşık" öyküsünün merkez karakterlerinden Goncagül.

Ben bu satırları yazarken Cambaz, bir kurşun kalemi yuvarlıyor yerde. Kalemlerle oynamayı çok seviyor. Kedisiz bir hayat düşünemeyen ben, o kalemin yuvarlanma sesini dinleyerek yazmayı seviyorum. Kedi sevmeyenleri anlamaya özen göstererek, kedileri sevmeye devam edeceğim.

Peki siz kedileri sever misiniz?

Amy Winehouse, Selah Sue ve Valerie


Amy WinehouseThe Zutons'un keskin ritmli, enerjik Valerie'sini almış, hüzünlü bir yürüyüşe eşlik edecek bir şarkıya dönüştürmüştü. Üstelik bunu yaparken The Zutons yorumundaki saksafon tınılarını da, kendi vokalindeki iniş çıkışlara yüklemişti. Amy'i ve sesindeki o çok enstrümanlılık halini özleyenler, arada dinliyorlardır elbette.

Amy'nin Valerie'sine bir saygı duruşu Selah Sue'dan geliyor. Selah Sue, yeni albümünü beklediğim, ne yapacağını merak ettiğim bir ses. Babylon'da verdiği konser etkileyiciydi. O gece Babylon’da herkesin sırt çantasına enerji ve samimiyet koyup diyardan diyara savrulduğu bir geceydi. Çünkü Selah Sue dinlemek, Belçika’nın kuzey rüzgarlarıyla üşümüş sokaklarından Jamaica’da yalınayak top koşturulan bir plaja ışınlanmak gibi. Şarkılarıyla kaçak dövüşmeden terini akıtan 23 yaşında bir müzisyenin,  ışıltılı yolculuğuna daha ilk adımlarında tanıklık etmek hepimize iyi gelmişti. Birasıyla meşhur Löwen adını duyduğumuzda artık bir de Selah Sue diyeceğiz.

Selah Sue'ya, Amy Winehouse'a ve Valerie'ye selam olsun.

Onca Yoksulluk Varken



Romain Gary'nin, Emile Ajar adıyla yazdığı muhteşem romanı Onca Yoksulluk Varken'i ilk olarak yirmi yaşımda okumuşum. Gary-Ajar olayından en az romanın kendisi kadar etkilenişimi, yazarın her iki isimle yazdığı romanlara büyük bir açlıkla saldırışımı gayet net hatılrıyorum. Kitabın sonundaki Emile Ajar'ın Yaşamı ve Ölümü isimli metni defalarca okumuş, kimi noktaları referans alarak kendime yeni okuma haritaları çıkarmıştım. Sonraki yıllar boyunca, kitapsever biri, okuma önerisi istediğinde aklıma ilk anda gelen kitaplardan biri olmuştur bu kitap. Elbette bu tutukuda, Vivet Kanetti'nin mahir çevirisinin de rolü vardır, hakkını özellikle teslim etmek isterim. (Yeri gelmişken bir paranteziçi yapayım; Kannetti'ye Pıtırcık serisindeki muhteşem Goscinny çevirileri içinde çok şey borçluyum.)

Momo ve Madam Rosa arasındaki ilişki üstünden insanlığın masaya yatırıldığı romanı okumayanlara bir kere de buradan önereyim. Ayrıca Gary-Ajar olayını bilmeyenler de, edebiyat dünyasının (özellikle de edebiyat dünyasındaki derebeylerin) gerçek ve acımasız dünyasıyla tanışmak için mutlaka okumalı, araştırmalılar.

Ben sadece "karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır" diyen bu harika kitaptan, ilk okuduğum günden beri aklımdan çıkmayan bir diyalogu paylaşmak istedim. O sıcacık konuşmalarından birinde, Momo'ya barınağını anlatır Madam Rosa ve der ki:

- Korktuğum zaman gider oraya gizlenirim.
- Neden korktuğunuz zaman Madam Rosa?
- Korkmak için insanın bir nedeni olması gerekmez Momo.

"Hiç unutmadım bunu, bugüne dek duyduğum en doğru şeydir çünkü," diye aktarır bu konuşmayı Momo. Doğrudur; lafı evirip çevirmeden hayata tokat atmayı başaran gerçekler unutulmaz.


Romandan uyarlanan ve 1978 yılında Yabancı Dalda En İyi Film Oscar'ını kazanan filmin bir sahnesinde Madam Rosa rolündeki unutulmaz Simone Signoret ve Momo rolündeki Samy Ben-Youb.

Köpek Günleri - Tanja Schröder

Fil Uçuşu'nda, 2000'lerin başlarında sesini duyuran, ancak sonrasında sesi o yıllardaki kadar gür çıkmayan bir isim: Tanja Schröder

1974 Bremen doğumlu yazar, ortaokulun ardından yardımcı hemşirelik eğitimi almış. Kendi deyişiyle ‘yardımcılık sendromuna’ şifa bulduktan sonra Aaro Yayınevi'nin grafik ve yazar danışmanlığı bölümlerinde çalışmaya başlamış. 2000 yılında aynı yayınevinden bir vampir romanı olan "Hirudo - Karanlık Miras" adlı ilk kitabı çıkmış. Daha sonra da serinin ikinci kitabı olan "Hirudo - Karanlığın Kanı" yayınlanmış. Schröder, vampir romanları furyasında kalıcı olabilmiş isimlerden değil. Ancak Almanya'dan gelen bir ses olarak ilgi çekici. 

Yazmanın iyileştirici bir etkisi olduğu fikrinde. Yazarın neden toplum önüne çıktığı sorusuna iki farklı bakış açısıyla yanıt veriyor. İlk yanıt biraz karamsarca: "Kitabın ne insanlığın varlığının devamına katkısı vardır, ne de insancıl bir fayda bulunur doğasında. Bir kitap, film ya da tiyatro eseri oyalayıcıdır; bizi hayatımızdan ve böylece ölümlülüğümüzden uzaklaştırır. Oyalayıcı yaratanlardan olmak tuhaf…" Aynı soruya bir de barışçıl bakışla yanıt veriyor:"Kitap yazmak ve okumak zevk verir. Yazılı kelimeler imgeler ve rüyalar armağan ederken düşünmeye teşvik ederler. Birilerinin sözcüklerime yanıt vermesi ve iç dünyamda pay sahibi olması hoşuma gidiyor. Görüyorsunuz ya, az biraz da teşhircidir yazar kişi…"

Tanja Schröder’in metni Gizem Alav’ın Almanca aslından yaptığı çeviriyle geliyor.


Bak bugün ne oldu…

Idaho'nun ortasında arkaik ıssızlık. Bayan Brix, Jesse'in onu götürdüğü ormanın ortasındaki küçük meydanlıkta keşfettiği şeyi gördü ve kelimenin tam anlamıyla şoke oldu. Jesse'in ona göstermek istediği şey, nehrin üçüncü kolunun gelişigüzel böldüğü, aslına bakılırsa henüz gerçek bir orman bile olmamış, küçük ormanın içindeydi.

Gerçek bir orman değil, ama ağaç evler yapmak, yer altı sığınakları kazmak ve çalılıkların arasında saklambaç oynamak için yeterli.

Bugün, büyümüş ve çocukluğunun çoğunu unutmuşken, bu küçük orman ona korkutucu geliyordu. Eskiden toprağın altındaki oyuklarda sürünür ve öteki çocuklarla ‘Japonlar ve Naziler’ oyununu oynardı. O zamanlar daha örümceklerden, böceklerden ve kötü adamlardan korkuları yoktu. Bugün tehlike, karanlığın bastırmasının ardından ağaçların ve ev köşelerinin arkasında pusu kurmuş bekliyordu.

Jesse'in yoldan aşağı nasıl da tasasızca koştuğunu gördüğünde bu kayba ve aldırışsız masumiyetin yokluğuna iç çekti. Çocuğun ateş kırmızısı yün başlığı soğuk kış gününün gri loşluğunda bir sinyal gibi parlıyordu.

Böyle bir günün ardından aslında artık sadece Jesse'in baştan aşağı kirlenmiş pantalonunu yeniden tertemiz ve mis kokulu hale getirmenin zorluğunu düşünebiliyor olmasına iç çekti. Neredeyse kendine gülecekti. Böylesi düşünceler; yok, yapma Helen, sen bir kadınsın ya.

Kendini bir labirentin içinde hapsolmuş hissedinceye kadar peşinden götürmeye devam etti onu Jesse. Ola ki Jesse ortalıktan kaybolmaya karar verse çaresi yok kaybolurdu, çünkü beyaz evler çoktandır koyu dal karmaşası arasından pırıldamıyorlardı. Belki orman zannettiğinden çok daha büyük ve karanlıktı. Belki de derinliklerine doğru yürüdükçe sıklaşan ve karanlıklaşan büyülü bir ormandı bu. İlk on dakikanın ardından bir macera fikrine kapılırsın, yirmi dakika sonra evler görünmez olur ve yarım saat geçtiğinde kabuklu, yosun kayganlığında ağaç gövdelerinden bitiveren kollar ve eller ve parmaklar bir daha bırakmazlar insanı.

Durmuşlardı, Jesse'in montundan çekiştirdiğini hissetti. Ürküp bir adım geriledi. Kök pençelerini kendisine doğru uzatmış bir ağaç değil - sadece Jesse.

Önlerindeki ağaçların küçük, yuvarlakça bir meydanlığa açıldığı bir noktaya doğru işaret ediyordu.

Neyi kastettiğini ilk anda görmedi, ama küçük beyaz parmağının nereyi gösterdiğini keşfettiğinde karşılaştığı şoke edici manzara midesinin altını üstüne getirdi.

Birisi meydanın ortasına bilek kalınlığında iki daldan oluşan bir buçuk metrelik bir haç dikmişti ve üzerine yenecek hali üç hafta önce geçmiş tavşan kızartmasına benzeyen bir şey sabitlemişti.

Tavşan değil de daha büyük bir şey. Yaklaştı. Yanmaktan simsiyah olmuş hayvanın büyük paslı bir çiviyle taze oduna çakılmış boynunda kömürleşmiş bir deri tasma takılıydı. Zamanında kırmızı renkte olduğu hala belli; ucunda da rüzgarla sallanan ve alazlanmış kürke takılan, rüzgarla serbest kalan ve yine takılan bir metal kapsül.

Bu küçük masum ormancığın içinde Hazreti İsa gibi birbirine tutturulmuş iki dalda çarmıha gerilmiş asılı duran ve altında bunu yapanın bir de kamp ateşi yaktığı çürümüş ve yanmış kadavranın üzerinde yavaşça gözlerini gezdirdi. Bu pis koku. Oğlunun gözleri önünde kusmamak için çabucak bir elini yüzüne götürdü.

Zavallı şey. Ağzı sonuna kadar açılmış, kulakları kömürleşmiş iki kürk tutamına dönüşmüş, gözlerini çoktan kaybetmiş, dişlerinin ve çenesinin etrafındaki et yanıp yok olmuş, gagalanmış, çürümüş. Etsiz kaburgaların altında karından paslı gelin teli gibi sarkan iç organlar ve aşağıda yanmaktan simsiyah patiler - özenle birbirinin üzerine konmuş ve burada da kürkün, sinirlerin ve kemiklerin üstünden çakılmış fazlaca kalın bir çivi. Allah aşkına, kim yapmış olabilirdi bunu? Kim bu hayvanı kandırmış, yakalamış, çarmıha germiş, altında ateş yakmış ve alevler yükselip yakıcı, sıcak lastik kokan dumanlar çıkaran kürkü delerken etrafında dans etmiş olabilirdi?

Çığlık atarak çarmıhı yıktı ve soğuktan uyuşmuş parmaklarıyla hayvanın boynuyla arka ayaklarına çakılı çivileri yerlerinden söktü. Jesse'in ağladığını duyuyordu. Yaptığı Jesse'i o kadar korkutuyor muydu? Yoksa harap ettiği onun eseri olabilir miydi? İnanmalı mıydı buna? Sormalı mıydı ona? Bunu gerçekten bilmek mi istiyordu?

Nasıl bir zamandı bu içine büyüdüğü ve oğlunu büyüttüğü? Ne günler bunlar, her sabah şehrin üzerine güneş doğarken başlayan… Köpek günleri, gerçek köpek günleri!


* Köpek Günleri: Almanca’da “Hundstage” İngilizce’de "Dog Days" olarak geçen, 24 Temmuz ve 23 Ağustos arası etkisini sürdüren çok sıcak yaz günleri için kullanılan genel kavram. Türkçe’de sözlük karşılığı "eyyamı bahur". Eski Mısır'da Sirius (Büyük Köpek) Takımyıldızı'nın etkisi altında olduğu görülen dönem, adını buradan almış. Halk arasında sıcak köpek günlerinin soğuk kış günlerinin habercisi olduğuna inanılır.

MUTLULUK

mutluluk dünyadaki en güzel şeydir.ona sahip olmak zordur ama bazı insanların avucunun içindedir.ben bazen kendime keşke o insanlar gibi olsaydım diyorum,aslında hepimiz böyle diyordur bu yazıyı okuduktan sonra herkes benimle aynı fikirde olacaktır.çevremizdeki bazı kişiler bizden nefret eder ama onların istediğini yapınca bizi severler.hayattta bir sürü sevgi türü vardır bazıları doğayı,hayvanları,insanlar yada bir nesneyi bazı insanlar mutluluğun olduğunu bilir ama nasıl bir his olduğunu bilmezler...


Seyfi için...



Seyfi Teoman’la tanışmam, çoğu sinema izleyicisi gibi Tatil Kitabı ile oldu. Ama en uzun sohbetlerimizi Bizim Büyük Çaresizliğimiz zamanında yaptık. Bir de Yamaç Okur’un ayarladığı bir öğle yemeği var hafızamda. Ama kısa süren tanışıklığımda, en kalıcı sözler ve keşke daha uzun soluklu bir arkadaşlığım olsaydı dedirten içtenlik, Kadıköy’de Haldun Taner Sahnesinin önünde, ikişer sigaraya bir plastik bardak çayı katık ettiğimiz nemli bir yaz gününde yaşandı. İkimizin de çok sevdiği bir romanın sinema uyarlamasını yapıp bitirmişti, izlemiştim ve aklıma takılan soruları samimiyetle dinleyip cevaplar verdi. Yaptığı filmle hesaplaşmasını bu kadar rahatlıkla sürdürebilen, ama bir yanıyla da filmine bu kadar inanarak sahip çıkan birini görmek, benim de kendimi gözden geçirmeme neden olmuştu. O akşam defterime yazdıklarım, Seyfi’nin sadeliği içinde kalabalık kaçacaktır.

Kaza. Bekleyiş. Acı haber. Veda.

Bu yazdıklarımın hepsini ofsayta düşüren bir hüzün. Ağır ve oturaklı bir küfür.

Kısa süreliğine ‘gerçekten’ parçası olduğum ama kendimi hep içinde hissettiğim Altyazı dergisinin her sayısının arşivlik olduğuna inanırım. Ama bu sayının, Haziran 2012 tarihli ve 118 numaralı sayının daha öte bir anlamı var. Bu sayı “Seyfi için…”


Dostlarının, yol arkadaşlarının ve Seyfi’nin satırlarını okurken çok değerli bir hayatın izini sürdüm. Kendi hayatımla hesaplaştım. Dostluklarımla hesaplaştım. Yapabildiklerimle, yapamadıklarıma… Asla yapamayacaklarımla. Ne olursa olsun yapmayacaklarımla… 

Seyfi, kısa ömrünün ardında bir hesaplaşma gecesi daha bıraktı bana. Böylesi hesaplaşmalara hepimizin ihtiyacı var galiba. İnanın, Seyfi için yazılanlardan ve onun sözlerinden daha iyi bir rehber bulmazsınız. 

Tavsiyem belli: Altyazı’nın bu sayısını mutlaka alın. 

Seyfi için söyleyeceğim son söze gelince… Yok öyle bir söz.

Kendine Ait Bir Oda



Ellisini çoktan geride bırakmış dul Maguy, torunu Felix’in ender bulunur bir lösemi türüne yakalanmasıyla büyük sarsıntı geçirir. Üstelik Felix’in babası Jean-Philippe, bu süreçte maddi-manevi her tür desteği esirgemektedir. Belçika Radyo Televizyonu’ndaki konuk karşılama hostesliği görevinden emekli olmuş Maguy’ün 1227 Avroluk maaşıyla, ayda fazladan 2000 Avro gerektiren bu ilaç tedavisini karşılaması mümkün değildir. Hızla ve büyük miktarda para kazanmak zorundadır. Bir-iki başarısız iş girişiminden sonra, rastlantı sonucu gördüğü “Hostes Arıyoruz” ilanı Maguy’ün hayatını değiştirecektir. Mekanın sahibi Camille, ilandaki hostes kelimesinin, ‘fahişe’ anlamına gelen bir mecaz olduğunu söylemesiyle, sonunda toplumun kafasına düşecek olan küçük kaya, büyük bir yardan yuvarlanmaya başlar. Camille ve Maguy arasındaki kısa konuşma hem bize elimizdeki kitabın çoğu zaman melodramatik, yer yer ironik ve her zaman ekonomik yapısı hakkında fikir verir, hem de Maguy’ün değişim yolculuğuna tanıklığımız başlar.

1964'de doğan, yazarlığın yanı sıra tiyatro ve sinema yönetmenliği yapan ve özellikle senaryolarıyla dikkat çeken Philippe Blasband, Çağdaş Belçika edebiyatının yalın ve özgün örneklerinden biri olarak görülen bu romanında, aslında çok sayıda klişeyi bir araya getiriyor. Yakın geçmişte dul kalmış ve hayata tutunmaya çalışan kadın, lösemiye yakalanmış torun, ilgisiz bir anne-baba, son umut olarak ortaya konan pahalı bir tedavi, parasızlık… Üstelik daha romanın başında, yaratıcı yazarlık atölyelerinde sıkça konu olan bir soruyu da okura sorduruyor. Bu atölyeler, ‘ya böyle olursa’ diye çevirebileceğimiz “What if?” sorusunun olay örgüsünde kendini gösterdiği anları çokça örnekler. İşte Blasband imzalı Irina Poignet, ana yapısını tümüyle böyle bir örnek-soru üstüne kuruyor: Ya torununuzun hayatta kalması için fahişelik yapmanız gerekirse?

Bütün bu klişeler evreninde farklı ve akıcı bir okuma deneyimi yaşatmak zor. Bu küçük romanın, okurla kurduğu ilişkiyi anlatabilmek için konu üstünden devam etmeli. Patron Camille’in çaresiz bir halde karşısına dikilmiş ve “Eğer mecazi olarak hosteslik yapmak gerekirse, onu da yaparım,” diyen bu kadını mekanında çalıştırmak için bulduğu çözüm, iki yüzlü bir cinsellik anlayışının da aynası oluveriyor bir anda. Her gün bademyağı sürdüğü ellerinin yumuşaklığı fark edilince, Maguy bir ‘boudoir’da yani ‘kendine ait bir oda’da çalışmaya başlıyor. Bir meslek adı belirleniyor kendisine: Irina Poignet, yani Irina Çelik Bilek. Küçücük odanın kırmızı duvarlarından birindeki delikten gün boyu penisler uzatılıyor Maguy’e ve o da müşterilere mastürbasyon yapıyor. Roman bu ilgi çekici olay örgüsüne yaptığı küçük dokunuşlarla okurun ilgisini ayakta tutmaya çalışıyor. İşte kitabı bütün o klişelerin ötesinde değerlendirmemizi sağlayan da, doğallıkla aktarılan düşünceler, kırılgan anlardan örülü sahneler, karakterlerin kıstırılmışlığını üstüne basmadan aktaran küçük cümleler… Kitabın bir başka yeteneği de yan karakterleri ekonomik kullanmasında. Püriten orta sınıftan çıkıp bambaşka bir dünyanın akışına karışan Maguy’ün bu yan karakterlerle ilişkileri üstünden bir toplum muhasebesi yapmayı başarıyor Philippe Blasband. Kitabın sayfaları boyunca Patron Camille, temizlik ve koruma işlerini bir arada yapan Afrika göçmeni Francois, Maguy’e mastürbasyon yaptırmanın sırlarını öğreten Luisa, yorgun fahişe Claudine ve alkolik fizyoterapist Richard, korunaklı dünyalarımızdaki sahte samimiyetlerden çok daha içten bir dostlukla sarmalıyor biz okurları. 


Kitabın çoğu sayfasında bir film izliyormuşuz hissine kapılmamız boşuna değil. Blasband, yapıyı kurarken, görsel bir algıya sırtını yaslıyor. İç hesaplaşmayı özellikle sahne sonundaki detaylara bırakıyor; bir senaryo matematiğiyle işletiyor romanını. Ne de olsa edebiyat dünyasından çok, sinema dünyasında tanınan bir isim Blasband. Belçikalı yazar, ünlü l'Athénée Royale d'Ixelles'de okuyup, ardından INSAS sinema okulunun montaj bölümünden mezun olduktan sonra çok sayıda uzun ve kısa metraj film senaryosuna imza atmış, kimilerini de yönetmiş. Bu alandaki en önemli çıkışını başrollerini Fanny Ardant ve Gerard Depardieu’nün oynadığı ‘Nathalie’ ile yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama çoğu sinemasever için en akılda kalıcı senaryo çalışması hiç kuşkusuz ‘Gilles'in Karısı’.

Bu kitap da, Blasband’ın senaryosuyla ve yazarın kısa filmler zamanında beri yakın arkadaşı olan Sam Garbaski tarafından ‘Irina Palm’ adıyla beyaz perdeye taşındı. Filmde Maguy'iMarianne Faithfull canlandırdı. Açıkçası filmin üstünde oluşan ilgi halesinde özellikle bu efsanevi ismin rolü çok büyüktü. Hatta, romanı klişe olmaktan kurtaran dokunuşların sinema uyarlamasındaki karşılığı bu oyuncunun seçimiydi neredeyse.


Irina Poignet, bütün sorunlarına karşı derli toplu, kimi dokunuşlarıyla farklı ve sonuç olarak keyif veren bir kitap. Orta sınıf ahlakının iki yüzlülüğü, kimi zaman melodramın en klişe verileriyle de olsa, tadında sergileniyor. Üstelik iyi ve kötü kavramlarını sorgulamak için kapıyı aralık bırakan, sürprizli bir finalle çıkıyor okurunun karşısına.

Son sözü kitabın akılda kalan bir bölümüne verelim: “Aylardır senden haber yok, nerelerdeydin?” diyen komşusu Giselle’e rahatlıkla cevap verir Maguy: “Erkeklere otuzbir çektiriyorum.” İşte kitap bittikten sonra okur da, dünyaya aynı içtenlikle cevaplar verebilmek ve o ikiyüzlülüğün uzağında durabilmek istiyor.

Bir gülümseyişe doğru yazmak...

Babam aklıma düştüğünde, önce okumaya sonra yazmaya sığınıyorum. Çoğunlukla önceden okumuş olduğum kitapları alıyorum elime; yazdıklarımı ise yırtıp atıyorum. Sadece o andaki yalnızlığı seviyorum aslında.

Yazmak büyük bir yalnızlık. Yazar bir midye gibi, bir kapandı mı dışarıdan müdahaleler yetersiz kalıyor. Hiçbir din, dogma, ideoloji, angaje etme çabası onu açamıyor. Zaten kendi ruhunun karanlığı ve aydınlığıyla da o zaman yüzleşebiliyor yazar, insan oluyor. Bana bu güzel yalnızlığı kimin hediye ettiğini düşünmüşümdür çoğu zaman. Kendimi ne zaman yazar hissettim?

İlkokul ikinci sınıfta Doğan Kardeş dergisine bir şiir yollamıştım. “Okurlardan Gelenler” köşesinde basıldı. Babam da bindirdi beni trene, Ankara’dan İstanbul’a getirdi. Haydarpaşa’dan bindik vapura, oradan ver elini Cağaloğlu. Doğan Kardeş binasında bizi çok kibar, babacan bir bey karşıladı, adını bilmiyorum. Önce binayı gezdirdi. Sonra yazı işleri odasındakilere beni “Ankara’dan yazar arkadaşımız gelmiş,” diye tanıttı. Bana birinin yazar dediği ilk andır o.

Dönüşte babamla vapurun dışındaydık. Az konuşan baba-oğullar kuşağının temsilcisi olduğumuzu kanıtlamak istercesine sustuk. Babam denize bakıp sigarasını içti, çok da güzel sigara içerdi. Ne düşündüğünü anlamaya çalıştım, anlayamadım. Bir ara döndü, ağız dolusu gülümseyip başımı okşadı. İşte kendimi yazar hissettiğim an da o andır.

Yıllar içinde anladım ki, biraz da o gülümseme için yazıyor insan.

Yazar denmesi, yazar hissetmek, yazar olmak. Okur-yazar tahterevallisinde dengeyi bozacak tanımlamalar. O tanımların peşinde koşmadan yazmak, daha da önemlisi okumak. Arada bir de, galiba en çok böyle gecelerde, o gülümsemeyi düşünmek.

Bana yeter. 

Birinci Tekil Şahıs.14


Ben bir tren düdüğüyüm; son çığlığını Haydarpaşa'ya bırakıp sessizliğe teslim edilen.

Filler gibi dans etmek




Yakın bir arkadaşım, sıklıkla gördüğü bir rüyayı anlatır; deniz kıyısındadır, pantalon paçaları kıvrılmış, suların içinde çıplak ayaklar günbatımına karşı trompet çalmaktadır. Muhtemelen bir Amerikan ya da Fransız filminden sayısız rüyaya sızmış bir görüntüdür bu. Ne yalan söyleyeyim; ben de isterim böyle bir görüntüde kameranın arzuladığı özne olmak. Ama bu fazlasıyla şekerli rüya görüntüsünün başka bir anlamı da var benim için. Beirut'un "Elephant Gun" şarkısının videosunda, bizi sondaki parti sahnesine hazırlayan bir görüntü bu. Ezberlenmiş bir rüya görüntüsünden, daha kapalı devre bir rüya görüntüsüne geçiş. Ve sonunda, o parti sahnesine gelindiğinde, kahkahalarla dolu bir dans yaşanır. Fillerin dansı...

Fil Uçuşu'nda Beirut eşliğinde, fillerin dansına ortak olmak isteyenler sesi biraz açabilirler...

Birinci Tekil Şahıs.12

Meandshadows dedi ki;
Ben bir yemek tarifiyim; içine katılan tek malzeme sevgi olan...

Kitabınızı nasıl okursunuz?


Size "bakılmasına" izin veriyorsunuz, sonsuz sayıda yoruma da hazırlıklı olmanız gerekir. Kimilerini seversiniz, kimilerine şaşırırsınız bu yorumların. Kimi canınızı sıkar, kimi yalanlarlar doludur... Hazır olmak lazım. Hem bu gerilimin de insanı ayakta tutan bir yanı vardır. Fazlaca mesafeli davrandığınız zaman soğuklukla, içten bir kahkaha attığınızda sululukla suçlanabilirsiniz örneğin. İfadeniz ciddi, sözleriniz fazlaca kendinden eminse “kibirli”, günün neşesiyle büyükçe bir kahkaha ve gevşek dokulu sözler sarf ediyorsanız “civelek” olursunuz birilerinin gözünde. İkisinin de insana dair olduğunu unutmadan yaşamak gerekiyor. Ruh halimize, dış görünüşümüze, davranış kalıplarımıza ve bunlardan yola çıkarak kim olduğumuza karar veren insan topluluğuna saygı duymalıyız. İyidir aslında onlar. Çünkü birileri de onların kişiliklerini aynı verilerle tanımlamakta. Birilerinin bilgisini ve insanlığını bizim üstünüzden belirlemesine izin vermeliyiz. Nasıl olsa kim olduğumuzu biliyoruz aslında. Bu duruş kibirli gelirse, varsın gelsin. Aksi de bir kalıba sokulacak nasıl olsa. Elbette, bir başka yol da, birilerinin sizin için siyah ya da beyaz diyemeyeceği gri alanda yaşamak. (Ama çoğu kişi, kimi zaman sonucu can sıkıcı olsa da siyah ya da beyaz alanda olmayı tercih edecektir.)

Bütün bunları çalışma odama bakınca düşündüm. Bu odayı görenlerin bir kısmı fazlasıyla derli toplu görür ve bu “düzenli” halimden nefret ederler. Ama kimi zaman da öyle dağınık olur ki oda, o haliyle görenlerin de "pasaklı" halimde sinir olduklarını söylememe gerek yok. Ben oyum işte, o düzenli ve pasaklı adamım. Kitaplarıma baktıklarında da aynı yorumlar gelir... Gençlik yıllarımda okuduğum kitapların çoğunun ciltleri kırılmamış, özenle okunmuş, olabildiğince altları çizilmemiştir. Daha sonraki yıllarda hoyrat davranmaya başladım kitaplara. Ciltlerini kırdım, sırtlarında iz bıraktım, kapaklarını çizdim, sayfalarında türlü lekeye neden oldum. Temiz kalmış kitaplarıma bakıp, "Bu kadar kitap almış ama okumamış,"diyenleri de severim, kirli kitaplarıma bakıp "Bu kadar kitapsever olduğunu söylüyor ama nasıl da kötü davranıyor kitaplarına," diyenleri de. Ben oyum işte, kitaplarını okumayan ve okurken parça parça eden adam. 

Merak ediyor insan, bir diğerinin hayatını. Parçalamak istiyor kendisinin dışında yaşananları. Doğaldır. Şimdi de ben merak edeyim o zaman, siz nasıl okursunuz kitaplarınızı?Yatarak, oturarak, metroda, ayakta, yüksek sesle, çizerek, karalayarak, özel kağıtlarla kaplayarak, çizerek, çizmeyerek, parçalayarak, parmak izi bile bırakmayarak...

Nasıl okuyorsunuz?

Tabii eğer okuyorsanız...

ŞEHİDİN DİRİLME İSTEĞİ

Cabir bin abdullah anlatıyor :

Resulullah ile karşılaştım.Bana,
-Ey Cabir seni üzgün görüyorum ,hayrola,
dedi .Ben de,
-Ey Allah ın elçisi ! Babam şehit oldu ,geriye bir çok çocuk ve borç bıraktı.dedim.
Bunun üzerine bana ,
-Allah'ın babanı nasıl karşıladığını haber vereyim mi,buyurdu .Ben de,
-Evet ey Allah' ın elçisi ,dedim .şöyle buyurdu :
-Allah perdesiz hiç kimse ile konuşmaz.

Babanı dirilti ,onunla konuştu .ona "ey kulum!Benden iste, sana vereyim ."dedi .o da ,ey rabbim !Beni dirilt de senin yolunda bir kez daha öldürüleyim ."dedi . Allah (c.c.) şöyle dedi ."Benim , Önceden ölenler geri dönezmezler 'diye buğruğum var."

Bunun üzerine ,"Allah yolunda öldürülenleri0
ölüler sanmayın ;bilakis onlar diridirler ,rableri katında rızıklanırlar"ayeti nazil oldu ."dedi

Alastair Reid: Kısa Bir Borges Hikayesi

Özellikle Neruda ve Borges üstüne yaptığı çalışmalarla tanınan, 1926 doğumlu şair Alastair Reid'den McSweeney's Quarterly Concern No:5'te yayımlanan "Kısa Bir Borges Hikayesi". Böyle bir duygu geçirir Borges okuruna... Okuduğun metnin önce bir parçası, giderek yazarı olmak istersin. Reid de böylesi bir duygu deneyiminden yola çıkıyor aslında. Bu küçük denemeyi, Semih Aközlü'nün çevirisiyle paylaşıyorum.

Alastair Reid

1960'lı yıllarda Buenos Aireslilerin gözünde Borges çok iyi tanınan, yerlere göklere sığdırılamayan bir sima haline gelmişti. Daha  o sıralarda görme yetisini tümüyle yitirmesine rağmen gezip dolaşmaya pek düşkündü. Çoğu kez bir arkadaşının refakatinde bastonuna sıkı sıkı tutunur, bir âmânın pür dikkat tavrıyla seğirtirdi. Ulusun gözbebeği haline gelmişti, garsonlar taksi şoförleri bile onu tanır, hürmette kusur etmezlerdi. Calle Mexico üzerindeki Ulusal Kütüphanenin müdüriyetiyle memur üstat mesai bitiminde makamından çıkar,  evine ulaşmak için şoförlerinin kendisini gayet iyi tanıdığı taksi durağına gitmek için her gün işlek bir caddeden karşı kaldırıma geçmek zorunda kalırdı. Yanında ona eşlik edecek biri yoksa, ki çoğu zaman da olmazdı, bastonunu tıpırdata tıpırdata yaya geçidine kadar yürür, kendisini karşıya geçirmesi için önüne ilk çıkan yayanın dirseğine yapışırdı. İşte bir gün yine aynı şekilde caddedeki yaya geçidine gitmiş. Yanındaki sessiz refakatçiyle birlikte kazasız belasız taksi durağına varmışlar. Borges daha ağzını açıp bir şey demeye fırsat bulamadan kim olduğu bilinmeyen bu zât, "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim, her kimseniz tanrı sizden razı olsun. Buenos Aires'te hâlâ hayırsever insanların bulunduğunu bilmek beni öylesine mutlu etti ki," diyerek kendisine şükranlarını bildirmiş.

Emma Peel: "Efkâr"



Karşıdaki Adam: Yakmayacaksın onu değil mi?
Emma Peel: Neden?
Karşıdaki Adam: Bir de soruyor musun? Sigara yahu... Nikotin, katran, zehir, ölüm... 
Emma Peel: Biliyorum. 
Karşıdaki Adam: Üstelik eline hiç yakışmıyor. Özenti duruyor.
Emma Peel: Olabilir.
Karşıdaki Adam: Ah, yine başladın işte. 'Sen ne dersen de, ben bildiğimi okurum,' tavırları. Hadi kendini düşünmüyorsun diyelim, çevrene de zarar veriyorsun.
Emma Peel: Hayat ne garip değil mi? Ardında ne kadar uzun bir yol bırakırsan, o kadar az şey bildiğini öğreniyorsun sadece.
Karşıdaki Adam: Ne demek şimdi bu?
Emma Peel: Ateşin var mı? Benimki yanmıyor da...